Demir Leydi

Posted by

Efendiiimmmm; Geldi bahar ayları, gevşedi gönül yayları da bünyeler buna pek ayak uyduramadı!

‘Nerede o eski bayramlar’ pardon, ‘Nerede o eski baharlar!’

İçimizin içimize sığmaz olduğu o baharlarda, güneşle vuslatımız, yeşil çimenlerde kahkahalarla yuvarlandığımız, hayatı ağır çekime aldığımız o ılık baharlar, çiçek kokarken üstümüz başımız!

Bu aralar sadece biz değil, hava da şaşkın! Kendini kış zannetmekten kurtulamadı, hastanelerinde acil servisleri, sayesinde bir türlü boşalamadı!

Hayatın çılgın temposuna ayak uydurma telaşında, koştururken oradan oraya, bu aralar dilinde aynı replikle yaşıyor bendeniz; “Hayaller Paris, gerçekler ofis!”

Son zamanlarda hafta sonları da çalışmak zorunda kalınca, tabi başka ne diyeceğiz! Ama şimdi gerçekleri olduğu yerde bırakıp hayallerin peşinden gidiyorum ve Paris’in Demir Leydi’sinin yaş gününü kutlamak istiyorum;

‘Bir dakika ya! Bir yanlışlık olmasın, İngiltere’nin Demir Leydi’si var- Margaret Thatcher, Fransa’nın yok ki, karıştırdın sanki’ dediğinizi duydum! Ama yanılıyorsunuz arkadaşlar! Fransa’nın da Demir Leydi’si var ve Thatcher’den çok daha ünlü! Dünyada bilmeyen, tanımayan, duymayan yok onu!

Evet karşınızda Fransa’nın simgesi, Paris’in ‘Demir Leydi’si, Eyfel Kulesi!

Kabul edin, Paris’ denince ilk akla gelen şey Eyfel Kulesi olmuyor mu? Ya da birisi Paris’e gideceğiniz söylediği zaman ona; “Eyfel’i görmeden sakın gelme!” diye söyleyesimiz gelmiyor mu?

Kulenin hikayesi, filmlere konu olabilecek cinsten! Valla ben etkilendim şahsen!

1887’de yapımına başlanan ve 1889 yılına gelindiğinde yapımı sonlanan Eyfel Kulesi’nin, ileride Fransa’nın sembolü olacağını, o dönemde kimse tahmin edemezdi.

Aslında Eyfel Kulesi, Fransız Devrimi’nin 100.yıl kutlamaları çerçevesinde düzenlenen Expo 1889 Paris Fuarı için yapılmış. İlk önce Barcelona’ya yapılması planlanan kulenin, bu fikir reddedilince Paris’te Seine Nehri’nin kıyısında Champ de Mars’da yapılmasına karar verilmiş, inşa eden mühendis Alexandre Gustave Eiffel’in de ismi verilmiş. 3000 işçinin tam 2 yıl 2 ay çalıştığı kulenin yapımında, 18.000 parça demir- 2,5 milyon perçinle tutturulmuş, yüksekliği de 324 metre yani yaklaşık 80 katlı bir binaya eşit olmuş. Eyfel Kulesi’nin inşası, toplam 7.739.401 Frank’a mal olmuş. Ancak açılıştan sonraki ilk 5 ayda 1,9 milyon turist ziyaret edince masrafların dörtte üçü çıkarılmış, senesi dolmadan da yapı kâr elde etmeye başlamış.  Bu demir yığını, dünyanın en popüler simgesi, intihar etmek isteyenlerin de hala gözdesi!

Kulenin bir de kan- hırs- savaş boyutu var ki bu da kıymetine kıymet katıyor sanki!

O dönemlerde yaşayıp Hitler’in mevzuya dahil olmaması düşünülebilir mi, elbette hayır! Hitler’in 1940’da Fransa’yı işgal etmesi sırasında, tüm asansör kablolarının Fransızlar tarafından kesilmiş olmasına rağmen Hitler hiç üşenmemiş, merdivenlerle Eyfel’in tepesine çıkmış. Egemenliğini ilan edecek ya, en yüksek yer olduğunda burayı seçmiş, kulenin ve tüm şehrin yakıp yıkılmasını emretmiş. Dönemin Paris Valisi General Dietrich von Choltitz, canı pahasına emre itaat etmeyerek Eyfel’in ve Paris’in diğer önemli yapılarının yıkılıp yok olmalarını engellemiş!

Sanatın kalbi, mimarinin zirvesi Fransa, Kule’yi bir türlü sevememiş. Şehrin ortasındaki bu anlamsız demir yığınının Paris’in estetik yapısına, tarihi dokusuna zarar verdiğini düşünmüş. Böyle düşünen de sadece Fransız halkı değilmiş üstelik, ünlü sanatçılar da aynı fikirdeymiş. Hatta Eyfel Kulesi’ne nefretini, bulunduğu her ortamda dile getirmesiyle ünlü Fransız sanatçı Guy de Maupassant’a öğlen yemeklerini niye kulenin restoranında yediği sorulduğunda; ‘Paris’te o ucubeyi görmediğim tek yer burası!’ diye cevap verirmiş!

Kim ne düşünürse düşünsün, Eyfel Kulesi, yapımından bu yana, dünyanın yılda en çok ziyaret edilen paralı anıtıdır. Gitmiş- görmüş biri olarak tavsiyem, kuleye güneş battığı sıralarda çıkılmalıdır. İkinci kattayken Paris’in gündüz halini, üçüncü katta da gece halini görmek, unutulmazdır!

6 Mayıs, Eyfel Kulesi’nin ziyarete açılışının 135.yıldönümü!

Geçici olarak tasarlanmışken dünyanın yıldız olan Demir Leydi!

İyiki doğdun!

Yeniden kavuşmamıza az kaldı, bekle beni! 

………………………………..*………………………… 

Sevimli Aylak

Dedim ya mayıs özel bir ay diye!

En sevdiklerimin bu ay doğması da tesadüf değil bence! Bahara yakışın anıtlar, baharda doğan sanatçılar ve kalbimde hep bahar yaşatanlar, mayısa anlam katanlar!

Umudun, şefkatin ve de sadeliğin adamını, sonunu okuyucuya bıraktığı hikayeleriyle hayal dünyasını belki de en özgür kılan sanatçı, öykülerin kralı da bu ayda doğmuş! Kim mi?

Haldun Taner’in “Sevimli Aylak”ı, gurbet öykülerinin anavatanı; “Sait Faik Abasıyanık”!

Bilirsiniz genelde genç yaşlarda, okul hayatında okuturlar Sit Faik’i! Yalın dili, karmaşık olmayan, herkese tanıdık gelen o duyguları ifade ediş şekli ile kolaydır okunması çünkü!

Bir şey itiraf edeyim mi; ben gençken değil de bu aralar okumayı sevdim kendisini! Bilmiyorum sebebini, belki gençliğin o gözü kara, satırlar arasında heyecan arama dürtüsüyle o yumuşak, sakin ve dingin hikayeler, yetmiyordu ruhuma! Gizemlerin peşinde koşmak, sayfalar arasında maceralar yaşamak daha keyifli geliyordu bana! Zaman geçtikçe, yaş kemale erince, hayat da tüm yüküyle üzerimize binince, gizem falan çözecek, serüven peşine düşecek mecalim de kalmadı haliyle! Dingin hikayeler, tanıdık hisler, samimi ifadeler daha güzel gelmeye başladı bana. Hani şefkatli bir ana elinden çıkmış, lezzetli bir tas çorba gibi onun hikayeleri. Kısık ateşte, ağır ağır pişen bir çorba, okudukça içim ısınıyor, karnım doyuyor. Öykü bitince de bir umut doğuyor gönlüme, huzurla bakıyorum eşe dosta çevreye!

Hayatta hiçbir şeyde dikiş tutturamamış, hani derler ya bir baltaya sap olamamış birinin, ölümünden yıllar sonra bile anılması, hakkında konuşulması ne enteresan değil mi! Bak şimdi hayata bak;

1906 yılında Adapazarı’nda doğuyor Sait Faik, ortaöğrenim için İstanbul Erkek Lisesi’ne kaydoluyor. 10.sınıfa giderken Arapça öğretmeninin minderine iğne koymak suçuyla Bursa’ya sürgün ediliyor. Liseyi zar zor 22 yaşındayken bitirip İstanbul’a dönüyor. Önce Edebiyat Fakültesi’ne gidiyor sonra yarım bırakarak İsviçre’ye gidiyor. Oradan da tamamlamadan geri döndüğünde babası ona zâhirecilik üzerine bir dükkân açmış, fakat bilin bakalım ne olmuş? Ticarete yatkın olmadığı için dükkân iflâs etmiş! Bir süre Ermeni Yetim Mektebi’nde Türkçe öğretmenliği yapan Sait Faik, öğretmenliğe de alışamamış ve buradan da ayrılmış. Bir gazeteye adlî muhabir olarak girse de bu işi de beğenmeyerek ayrılmış. Akabinde Fransa’ya gitmiş, oralara da sığamamış, dönmüş gelmiş. Ünlü şair Fazıl Hüsnü Dağlarca onun için; “Allah onu yazar diye yaratmıştı da o bunun ne kadar farkındaydı, bilemiyorum” diyerek olayı ne güzel özetlemiş.

Semaver kitabını bilir misiniz Sait Faik’in, okumadıysanız okuyun derim. Yaşamın güzelliğini ve tadını da fakirlerin çıkarabildiğini anlatıyor usta. Hayat bu kadar pahalıyken alım gücü de dibe vurmuşken okuyup da feyz almak gerekir belki dediklerinden! Adam boşuna dememiş; “Paran varsa gezersin yoksa sürtersin” derken! Sonradan müzeye dönüştürülen Burgazada’daki evinin bahçesinde yazdığı Son Kuşlar kitabında, doğanın nasıl katledildiğini anlatırken kalbim yeşillendi, boğazım düğümlendi!

“Çiçek ve balık adlarını bilmeyen, hikaye yazamaz” fikrine katılıyorum Sait baba!

“Yazmazsam çıldıracaktım” demişsin ya, inan ben de öyleyim valla!

Ama asıl demişsin ya hani; “Bir insanı sevmekle başlar her şey” diye, düstur belledim ben onu, 40’ımdan sonra!

Müsaadenle bir ekleme de ben yapayım o zaman bu lafına;

“Bir insanı sevmekle başlar her şey, saymakla devam eder sonrasında!”

Çünkü saygı olmadan sevmek yetmiyor be usta!

……………………………….*…………………………… 

Ne bu ŞİDDET bu celal

Bir spor kalmıştı, kavga- gürültü- nefret- şiddet karıştırmadığımız, o da oldu maalesef!

Yok yok Trabzon-Fenerbahçe maçından, saha içinde yaşanan olaylardan, hakemin yediği dayaktan bahsetmiyorum. O da bir hicran yarası elbette de o mevzu içimizde! Kol kırılır yen içinde kalır misali hallediyoruz aramızda işte bir şekilde!

Ama bu sefer ki başka! Konu memleketi aştı, Avrupa’ya taştı!

THY Euroleague çeyrek final 4. Maçında Fenerbahçe Beko, sahasında Monaco’ya 65-62 kaybetti. Maçın ardından iki takım oyuncuları birbirine girdi. Sahaya taraftar da inerken tribünlerden oyunculara yabancı maddeler atılırken Monaco takımın yöneticileri, oyuncularını soyunma odasına zor gönderdi. Maç boyunca tırmanan gerginlik, Monaco’nun Amerikalı oyuncusu Mike James’in, sarı-lacivertli tribünlere el hareketi yapmasıyla son haddine geldi ve saha karıştı. Fenerbahçe başkanı Ali Koç’un oğlunun da karıştığı olaylar, dünya basınında büyük yankı uyandırdı!

Yankı uyandırdığımız konuya bak hele!

Sanırsın uzaya gitmişiz, bir şey icat etmişiz, bir başarı elde etmişiz! Kavgayla dövüşle manşetlerdeyiz üstelik de evsahibiyiz! Yazarken bile utandım ya, biz ne zaman gelişeceğiz!

Sporda şiddet her branşta ama galiba en çok da futbolda! Hiç maça gittiniz mi bilmem, anlatayım;

o beyefendi, asil, kibar er kişi, keyifle gelir stata! Sağına, soluna selam verir, keyifle yerleşir koltuğuna ve maç başlar. Bir gol kaçar, sonra bir atak olur, bir gol daha kaçar ve işte o canavar aniden ortaya çıkar. O beyefendi, bir höykürmeye başlar- bakın bağırma, çağırma demiyorum, bildiğiniz karın boşluğundan yükselip soluk borusundan çıkan oradan aldığı ivmeyle genzi yakıp ağızdan püsküren çığlığımsı sesiyle seni şoka sokar. O kibar adam ve saz arkadaşları, halay modunda bir daha asla duyamayacağın küfürlerle kültürünüze kültür(!) katar. Ya az önce; ‘Montunuzu buraya koyabilirsiniz hanımefendi, ben heyecandan oturamayacağım nasılsa’ diyen o kibar bey, ‘Müsaade eder misiniz rica etsem, geçebilir miyim’ diyen o zarif adam, adeta ağzından salyalar akarak bir anda sahaya atlayıp da futbolcuları öldürmek üzereyken zorla tutulmuş vahşi bir yaratığa dönüşür.  

Statlar büyüdü, son teknolojilerle donatıldı ama zamanının İnönü’sünde, Ali Sami Yen, Saraçoğlu’sundaki tat kalmadı. O zamanlar borsada değil arsada oynanıyordu futbol, şike dediğin İSE sadece kötü bir tezahürattan ibaretti. Her şey gibi o da değişti!

Sporseverlik ile fanatiklik arasındaki çizgi incedir,

Şiddet, yetersiz insanın sığındığı kaledir!

…………………………………….*………………………………… 

HAFTANIN EN’LERİ 

Haftanın Vahşeti: Pes dedirtti! Eyüpsultan’da özel bir lisede okuyan Y.K. isimli öğrenci, okuldan atılmasından sorumlu tuttuğu okul müdürü İbrahim Oktugan’ı silahla öldürdü! Muhtelif disiplin cezalarıyla cezalandırılmasına rağmen kurallara uymamakta direnen Y.K’yı okuldan atan müdür, bunun bedelini canıyla ödedi! Zanlı ifadesinde, müdüre çok öfkeli olduğunu, 10.000 TL’ye silah satın olarak eylemi gerçekleştirdiğini söylemiş! Olayın neresinden tutsak ayrı bir felaket! Öğrencinin silah satın almasına mı, bu silahı nasıl bulduğuna mı yoksa elini kolunu sallaya sallaya gidip öğretmenini vurmasına mı şaşıralım! Bence artık şaşırma olayını kaldıralım ve çivisi çıkan dünyayı, fabrika ayarlarına döndürmeye çalışalım! Başka türlü olamayacak gibi sanki! 

Haftanın Trendi: Kahvaltıda sebze yemek! Evet evet yanlış duymadınız, meyve değil sebze dedim direkt!

Yapılan araştırmalar sonucunda kahvaltıda sebzeli başlangıçların, gün boyunca açlık hissini azaltırken, kan şekeri düzeyini kontrol altında tuttuğu ortaya çıkmış! Ayrıca sebzelerin ve protein içeren başlangıçların, açlığa sebep veren bir hormon olan ghrelini baskılaması sebebiyle öğün sonrası üç saat boyunca tokluk hissi verdiği ortaya çıkmış. O zaman yağlı ballı kahvaltılara son, sebzeli- meyveli kahvaltılara merhaba! 

Haftanın Gururu: Basketboldan geldi! Fenerbahçe Beko basketbol takımı, Avrupa’nın kulüpler bazındaki en büyük organizasyonu THY Euroleague’de, 5 yıl sonra Final-Four’a yükseldi. Sarı-lacivertliler, Euroleague tarihinde play-off serilerinde 5. maçı deplasmanda kazanan ilk takım oldu. Olaylı ilk maçın ardından deplasmanda gelen bu galibiyet, ülkece yüzümüzü güldürdü, göğsümüzü kabarttı! 

Haftanın Devri; İngiliz kraliyet ailesinde yaşandı! Prens Harry’nin askeri görevleri, Prens William’a devrediliyor! 2020 yılında kraliyet görevlerini bırakarak eşi Meghan Markle ile birlikte ABD’ye taşınan Prens Harry, artık İngiliz Ordusu’nun askeri değil! Buckingham Sarayı, Kral III. Charles’ın, Harry’nin Ordu Hava Kuvvetleri Kurmay Albaylığı görevini ağabeyi Prens William’a devredeceğini duyurdu! Eeee öyle tası toprağı toplayıp, aileni- memleketini terk edip gidersen olacağı buydu Harry efendi! Bunlar daha iyi günlerin, bence kolla kendini!

Haftanın Sürprizi: Hayret ettirdi! Doğu Karadeniz’den yapılan Türk somonu ihracatı, %56 artarak 44 milyon 292.500 dolara ulaştı! Bölge ihracatının %65’i Trabzon’dan gerçekleştirildi! Sosyetenin yiyeceği somon, artık ülkemizden ihraç ediliyor, elitler somonu, Karadeniz’den tercih ediyor! Asın bayrakları, çılgın Türkler dünyaya açılıyor!                                                                                  

 

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir